Bir arkadaşım gelmişti İstanbul’dan… İş güç koşuşturmacası içinde geçerken günümüz, “Gel,” dedim, “Şurada bir şeyler yiyip öyle devam edelim.”
Esas kebap muhabbetini akşama saklamak için, “fastfood” kebapçılardan birine oturduk.
“Ciğer yiyelim,” dedim… Arkadaşım, “Benim sakatatla pek aram yoktur. Kebap yiyeyim ben.” dedi.
“Adana’da hiç ciğer yedin mi?” diye sordum, “Hayır” dedi, “İstanbul’da Arnavut ciğeri yaparlar. Onu da pek sevmem. Bazen mezelerin arasında olur… Bir iki yudum alırım… İdare ediyorum ama… Dediğim gibi, pek aram yoktur.”
“Yok böyle bir şey!” dedi, “Böyle bir lezzet olamaz!.. Bu ciğerse, bizim yediklerimiz ne?!..”
“Sen bi’ tadına bak. Beğenmezsen bırakırsın.” dedim ve siparişi verdim.
Ciğer geldi masaya… Gösterdim, ciğer nasıl çekilir pidenin arasına… Tuz, kimyon nasıl atılır… Ezmeyle, sumaklı soğanla nasıl tahkim edilir…
Başladı ufaktan ufaktan…
“Yok böyle bir şey!” dedi, “Böyle bir lezzet olamaz!.. Bu ciğerse, bizim yediklerimiz ne?!..”
Ciğerle arası olmayan arkadaşım, ikinci porsiyonu da istedi… Vakit olsa, eminim bir porsiyon daha yerdi.
“Akşam yiyeceğim kebaptan her an vazgeçebilirim. Ciğere bayıldım.” dedi masadan kalkarken.
Ciğer candır.
…
* Fotoğraf: Mustafa Öncül