Parkların yanından geçerken, banklarda oturmuş gazete okuyan, sohbet eden, sigara içen ya da öylece oturup boşluğa bakan insanları görürüm. Nasıl imrenirim onlara. Ben bir işe, bir toplantıya, bir randevuya yetişmek için koştururken onlar, öylece oturmaktadırlar. Sakin, kaygısız, telaşsız. Sanki o parkın içinde, o bankların üzerinde zaman yavaşlamaktadır.
Nasıl isterim parkın için girip, o banklardan birinin üzerine oturuvermek… Zamanın yavaş aktığı o dünyada biraz vakit geçirmek… Harika bir şey olmalı.
Ama… Yapılacak dünya kadar iş vardır. Sadece hayranlıkla bakmakla yetinir, yoluma devam ederim. Ve hep… Bir gün, bir şekilde bu parklardan birinde, banklardan birine oturup yüzümü ılık sonbahar güneşine vermenin hayalini kurarım.
Nasıl?
Günün koşuşturmacası içinde, bu “iş” için özel zaman ayırmak gerek sanırım. Halı sahada maç yapmak gibi bir şey?.. Üç gün öncesinden, bir hafta öncesinden ajandama yazacağım:
“Şu gün, şu saatler arasında Atatürk Parkı’nda bank üzerinde oturulacak.”
Bana, parkta bir sonbahar günü geçirmek yasak. Bu iş, apayrı bir boyutun, apayrı insanları için.
O gün, o saatten önce, evden ya da işten çıkacağım… Arabama bineceğim… Gözüm arabanın yakıt göstergesine ilişecek… Benzin almam gerek. Benzinciye gireceğim. Görevli, arabaya benzini koyarken, ben para ödemeye gideceğim. Kredi kartı çalışmayacak. Bozulmuş. Manyetik alana maruz kalmış olmalı. Nakit ödemem gerek. Üzerimden o kadar para yok. Benzinciye durumu anlatacağım, iş yerimi falan söyleyip, telefonumu, adresimi vereceğim. Sonra bir ara getirip vermeyi teklif edeceğim. Oradan çıkacağım yola… Yol kapalı. Trafik tıkanmış. Arabadan çıkıp bakacağım, trafik yolu kesmiş. Büyük birisi geçecekmiş büyük arabası ile. Bekleyeceğim. Bize yol hakkı verilecek, büyük birisi geçtikten sonra. Yola devam edeceğim. Işıklarda, cam silen çocuklar arabaya saldıracak, ellerinde on bin tane arabanın camına sürülmüş pis bezlerle… “Bu çocukların kimi kimsesi yok mudur, ne yer ne içerler?..” Zaten meşgul olan kafama bir de bu düşünceler üşüşecek. Parktaki bankla olan randevuma geç kalmanın telaşı ile basacağım gaza… Çok geçmeden trafik durduracak… Hız sınırı hikâyesi ve ceza!. Neyse… Parkta huzur içinde oturup, kafamı dinleyeceğim ya… Yola devam. İşte park da göründü. Park deyince… Arabayı park edecek bir yer bulmak gerek. Tüm yolların sağ tarafı dolmuş. Yer yok. Parktan epey uzakta bir yer bulup, arabayı park edeceğim… Koşa koşa parka girip, bankıma oturacağım. Diğer banklarda huzur içinde oturanlar benim bu telaşlı hâlimle irkilecekler… Sonra tekrar kendi boyutlarına dönecekler… Saatime bakacağım… Yolda çok zaman kaybettim. Beş dakika sonra bir toplantım var. Kalkmam gerek.
Tekrar aynı trafik. Tekrar aynı koşturmaca… Bir dahaki sefere daha erken çıkmak gerek.
Ama yok. Hayır. Bana, parkta bir sonbahar günü geçirmek yasak. Bu iş, apayrı bir boyutun, apayrı insanları için. Biz günlük koşuşturmacamıza devam edelim!
Zaten… Bizim hızlı yaşam tempomuz olmasa, onların sakin, huzur dolu yaşamının farkına nasıl varacağız ki?
İzafiyet diye bir şey var…
Değil mi ama?!..
…
* Bu yazıyı 2006 yılının Kasım ayında yazmış ve Milliyet Blog’da yayımlamıştım.