Kocaman, tahta kasalı, lambalı bir radyomuz vardı. Radyonun arkasından çıkıp, dama kadar uzanan; dama kadar uzanmakla da kalmayıp, damdaki direkler arasında birkaç tur atan tel de, anten görevi görüyordu.
Bu radyo, evimizin en büyük eğlencesiydi. Hele de akşamları, yemekten sonra annem çayı demler, bir bardak babama, bir bardak da kendine doldurur getirir, ailecek radyonun başına kurulurduk. Bize akşamları çay içmek yasaktı. “Çocuklar akşamları çay içmez. Altınıza işersiniz.” derdi annem.
Radyo tiyatroları, arkası yarınlar, yarışma programları… Artık o gün ne varsa programda, pür dikkat dinler, heyecanlanır, sevinir, üzülürdük ailecek.
Annem, babam, kardeşlerim gözlerini radyonun üzerinden ayırmadan dinlerken, benim gözüm tavanda dolaşan minik kertenkeleyi arardı.
Tavanda yanan ampulün ışığına gelen minik sinekler uçuşup, duvara, tavana konmaya başlayınca ortaya çıkardı minik kertenkelemiz. Turuncu-kahverengi arası renkte, bir çocuk parmağından az büyük bir kertenkele idi. Çok yavaş hareketlerle, minik sineklere yaklaşır, teker teker avlardı onları. Bazen de, ışığa gelen gece kelebeklerini yakaladığı olurdu. Ne kadar geç yatarsak, ışık o kadar geç kapatılır, kertenkele de o kadar çok sinek yerdi. Tabii ben de o kadar çok görürdüm onu.
Evimizin bahçeli bir ev olması nedeni ile her türlü haşere fazlasıyla mevcuttu. Örümcek, akrep, hamamböceği, karasinek, sivrisinek, fare… Hatta yılan!
Nedense, benim minik kertenkelemin dokunulmazlığı vardı sanki. Haşarata karşı son derece hassa olan annem ve babam, ona dokunmazlardı.
Annemler, bu haşarata karşı acımasızdılar! Kapı girişleri, pencere önlerine her zaman DDT dökülür, hamamböceklerine, akreplere karşı önlemler alınırdı. Mutfak tezgâhının altında, dolap kenarlarında sürekli olarak kurulup, üzerine bir parça peynir takılmış fare kapanı vardı. Toz şeker gibi suda eritilip, tabaklara konan sinek ilaçlarını saymama gerek bile yok! Tüm bu önlemler bile bazen yetersiz kalır, hamamböceklerini terlikle, fareleri süpürgeyle kovalardı bizimkiler.
Ama… Nedense, benim minik kertenkelemin dokunulmazlığı vardı sanki. Haşarata karşı son derece hassa olan annem ve babam, ona dokunmazlardı. Dokunmadıkları gibi, lambayı yaktıktan sonra, bana döner, “Şimdi çıkar seninki,” derlerdi.
Kertenkele, saldırdığı bir gece kelebeğinin dengesini bozması ile tavandan yere düşerdi bazen. Annem hemen süpürgeyi alıp gelir, yavaş yavaş duvarın kenarına kadar götürürdü onu. “Durun kalkmayın yerinizden. Üzerine basarsınız hayvancağızın…” der, kertenkeleyi güvene alana kadar yerimizden kaldırmazdı bizi.
Yıllar geçti… O şirin bahçeli evimizden ayrıldık önce. Bir apartman katına taşındık. Sonrasında başka bir apartmanın başka bir katına… Artık, sıcak yaz geceleri çevremizde vızıldayan üç-beş sivrisinekten başka haşere gelmiyor evimize. Ama hâlâ, akşamları ışığı yaktığımızda, sinekler gelip, dönmeye başlıyorlar lambanın çevresinde; küçük gece kelebekleri dalıyorlar son hızla odalarımıza.
Küçük kertenkele?..
Küçük kertenkele artık yok. Bulamadı sanırım yeni evimizi. Keşke bulup gelebilse… Yine tavanda, sineklere sinsi sinsi yaklaşıp, aniden kapıvermesini izleyebilsem.
Keşke…
* Görsel: Mustafa Öncül