Ne güzel, kıyıda kendi hâlimizde sörf yapıyorduk… Ne ara okyanuslara açıldık da dev dalgalarla, fırtınalarla boğuşur olduk?

İnternetle 1995 yılında tanıştım. Sanırım yılın ilk yarısı ya da ortalarıydı. Uluslararası bir şirketin Adana bürosunda çalışan arkadaşımın iş yerinde vardı. Her karşılaşmamızda ya da telefonla konuşmamızda, “İnternette sörf yapıyorum,” deyip övünüyor, bir şeyleri ballandıra ballandıra anlatıyordu. O anlatıyordu ama internet kavramı henüz bana çok yabancı olduğu için anlattıklarından zerre bir şey anlamıyordum. Gerçi gazete ve dergilerin popüler mevzu meraklısı yazarları internetle ilgili yazılarına çoktan başlamış, hatta geyiğe bile dönmüşlerdi ama yine de yabancıydım mevzua; görmeden, dokunmadan, duymadan (!) anlamam mümkün olmayacaktı!

Bir gün arkadaşımın ofisine gittim, sekreteri çayımızı getirdi, sigaralarımızı yaktık ve sohbet etmeye başladık. İçten içe merak ediyorum, “Ne menem bir şey şu internet?” diye ama pek de iştahlı görünmemeye çalışıyor, onun anlatmasını bekliyordum. Neyse ki dayanamadı, “Gel sana interneti göstereyim,” dedi ve beni hemen yan odada kurulu olan bilgisayarın yanına götürdü.

Bilgisayarı açtı… Bilgisayar açıldıktan sonra, kasanın üzerinde duran küçük kutunun düğmesine bastı, “Önce modemi açıyoruz hocam,” dedi, “İnternete bağlanıyoruz, internete bağlandıktan sonra sörfe başlıyoruz…”

Modemden “cıvvv civvv cuvvvv” sesler çıktı birkaç kez… Arkadaşım, “Tamam,” dedi, “Bağlandık. Hazır ol, sörf başlıyor!”

Sonradan hayatımıza uzun yıllar “browser tekeli” olarak hükmedecek Explorer’ı açtı ve macera başladı…

İlk girdiğimiz internet sitesi, bir Amerikan gazetesinin ya da televizyonunun sitesiydi diye hatırlıyorum.

Ufaktan bir merak ama hayli yavaş başlayan internet yolculuğum sonradan büyük bir ivmeyle hızlandı.

Kıyıda küçük dalgaların üzerinde sörf yaparken, Türkiye’deki ve dünyadaki birçok insan gibi ben de kısa zamanda açık denizlere sürüklenmiştim.

Artık geriye dönüş yoktu; çok geniş, uçsuz bucaksız ama her ulustan, her cinsiyetten, her yaştan, her inançtan, her siyasi görüşten ve her sınıftan milyonlarca insanın irili faklı teknelerle yol aldığı bu denizde yaşayacaktım.

Dial up modemden fiber internete!

30 yıl önce, arkadaşımın ofisinde “cıvvv civvv cuvvvv” sesleri eşliğinde girdiğim internet bugün bambaşka bir boyuta geçmiş durumda.

O gün Hotmail, Yahoo, MIRC, ICQ gibi sektörün ilkleri, elbette dial up modemin olanakları ve aldığımız paket ile sınırlı olan internetin bugün girmediği yer, açmadığı kapı, kırmadığı zincir kalmadı!

İnternet artık sadece bilgisayarımızda değil! Telefonumuzda, kolumuzdaki saatte, gözlüğümüzde, buzdolabımızda, televizyonumuzda, yoldaki güvenlik kamerasında, restoranda, markette, pazarda, otobüs durağında, hastanede, postanede, her yerde ve her şeyde.

Hatta çok yakında beyin hücrelerimizde!

“Dikkkaayt!.. Sosyal medya giriş yaptı!..”

İnternetin kaçıncı yılıydı bilmiyorum ama benim internetle tanışmamın yaklaşık onuncu yılında sosyal medya girdi hayatımıza.

Portalların chat bölümleri ve MSN, sosyal medyanın öncülüydü galiba. Bunların ömürleri fazla olmasa da çok geniş bir kullanıcı kesimini internete alıştırdı; ileriki zamanlarda, adına “internet bağımlılığı” ya da “dijital bağımlılık” denecek bağımlılığın ilk dozlarını damarlara zerk etti ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı dönemi başlattı.

Sonrası ise malum… Dağın zirvesinden yuvarlanan çığ gibi geldi her şey!

Facebook, YouTube, Twitter, Instagram, Pinterest, Snapchat vs… Vs… Vs…

Onlarca, yüzlerce sosyal medya mecraı hayatımıza girdi. Bazıları uzun ömürlü olamadı, kısa zamanda yollarımız ayrıldı; kimisi bize uymadı, kimisine biz uymadık ve herkes kendine uygun sosyal medya mecralarına dağıldı.

* * *

Sosyal medya mecralarını kullanmaya, ICQ’dan, MSN’den ve Yahoo gibi portalların chat’lerinden gelenler ile cep telefonunun SMS’i ile mesajlaşmayı sosyal medya sananlar, sosyal medya mevzuunu pek anlayamadılar, anladılarsa da yanlış anladılar!

Facebook’taki “dürtme” çok hoşlarına gitti mesela… “Falan beni dürttü, ben filanı dürttüm!.. Hah hah hah!..” Çok eğlendiler bununla.

İlk zamanlardaki internet hızından olsa gerek YouTube pek yavaş ilerlerdi. Instagram’a çabuk alıştık, doğum günü, bar, kafe, düğün dernek, tatil, eğlence fotoğraflarımızı paylaşmaya doyamadık; okumasak da aldığımız bir kitabın yanına bir fincan kahvenin yer aldığı fotoğrafı ya da şirin kedimizin şirin fotoğrafı vazgeçilmezlerimizden oldu….

2014 yılında Ellen DeGeneres’in o meşhur Oscar selfie’si yeni bir dönemin kapısını ardına kadar açtı…

Ve tabii story’leri de atlamayalım!

Kentin kenar mahallenin kenarına attığı Ayşe Teyze Instagram’ın başköşesinde!

Biz faniler sahnede bunları izlerken, sahne arkasında başka bir dünya kuruluyordu.

Her ne kadar birçok insan farkında olmasa da kabul etmek istemese de Facebook ve Instagram’da, YouTube’ta, Google’de, Twitter’da kurulan bu yeni dünyada sadece lay lay lom fotoğraflar, tatlı şirinlikler, aşk meşk ve eş dost muhabbetleri yoktu artık.

Kentin, en kenar mahallenin en kenarındaki gecekonduya layık gördüğü Ayşe Teyze’yi Instagram tutmuş, başköşeye oturtmuştu. Ayşe Teyze’nin günlük olarak yaptığı mantıyı, içliköfteyi, elmalı kurabiyeyi sattığı mütevazı dükkân da ilkokul öğretmeni İlknur Hanım’ın nakış tariflerini anlattığı videolar da bu mecralardaydı ve binlerce on binlerce takipçileri vardı… Dev alışveriş siteleri, marketler, mağazalar da en bi’ ulusal ve uluslararası markalar da bu mecralardaydı.

Haftalık birkaç bin liralardan başlayıp birkaç milyon dolarlara, avrolara uzanan dev bir ekonomi vardı artık bu mecralarda.

Sadece bunlar mı?

Değil tabii ki!

Bu mecralar kendi eko sistemini de çoktan oluşturmuştu.

Reklam ajansları, dijital ajanslar, sosyal medya ajansları, freelance iş yapan insanlar, influencer’lar, youtuber’lar, fotoğrafçılar, prodüksiyon şirketleri… Vs… Vs… Vs…

Mekânın yeni sahibi geldi!

Sadece bunlar mı?

Değil tabii ki!

Gazete, dergi, radyo, televizyon gibi mecralar da birbirinden farklı çok sayıda nedenle, yavaş yavaş (ya da çok hızlı) yerini bu mecralara bırakıyordu.

İnsanlar siyaset, ekonomi, magazin, spor, aktüalite haberlerini, yorumlarını bu mecralardan izler olmuş, bu mecralar “4. Güç”teki yerini çoktan almış, şimdi sağlamlaştırmaya gayret ediyordu.

Bir kamu hizmeti olan haberciliğin, fikir özgürlüğünün yeni kalesi artık bu mecralar, yani sosyal medyaydı.

“Story de atmayıver; ölür müsün?”

“2 Ağustos 2024 Cuma sabahı Instagram’ın kapatılması haberiyle güne başlayan Türkiye, kapatılmayı izleyen günlerde işte bunları sorgulamaya başladı,” desek yalan olur tabii ki! Çünkü ülkenin dijital iletişimini siyasi, idari ve teknik olarak yönetenler başta olmak üzere, toplumun farklı kesimlerinden çok sayıda insan sosyal medyayı hâlâ lay lay lom fotoğrafların paylaşıldığı, kendinden olanlara yalakalık, kendinden olmayanlara düşmanlık mesajlarının savrulduğu “yerler” sanıyor.

Kapamanın hemen ardından başlayan ve hız kesmeden devam eden “Story de atamayıver, ölür müsün?.. Instagram’ın kapatılması iyi oldu, bu sayede sosyal medya detoksu yaptım… Instagram yokken n’apıyordunuz?!..” paylaşımları yine birer sosyal medya mecraı olan Facebook ve X’te aralıksız devam ediyor.

Bu yazıyı yazarken, kapatılmanın üzerinden yedi gün geçmişti, Instagram hâlâ kapalıydı ve konuşulanlar hâlâ aynı kısır döngünün içinde dönüp duruyordu.

Erişim yasağı bir süre daha böyle gidebilir de birkaç saniye sonra açılabilir de… Her ikisi de olabilir, her ikisi de olmayabilir. Çünkü kapama kararının da açma kararının da “Tabii ya… Doğru. Haklılar.” denecek bir sebebi yok gibi görünüyor.

Bu böyle gitmeyecek, tabii ki açılacak ama kapatma kararını alan, uygulayan iradenin de sokaktaki vatandaşın çok büyük bölümünün de sosyal medyanın ne anlama geldiğinden haberi yok ne yazık ki!

Gerçi… Tam da öyle değil sanki.

Sokaktaki vatandaşı bilmem ama siyasi iradenin her şeyin farkında olduğunu ama hiçbir şeyin umurunda olmadığını düşünüyorum.

“Bu işler nasıl işler?”

90’lı yıllardaydı galiba, Mustafa Topaloğlu’nun “Oy Memişler Memişler, vay Memişler Memişler, bu işler nasıl işler?” diye neşeli bir şarkısı vardı, onu hatırladım.

Cidden…

“Bu işler nasıl işler?”