Adana 5 Ocak Stadı’nın hemen karşısında Hıfzıssıhha Enstitüsü vardır. Arabayla önünden geçerken, Hıfzıssıhha’nın kapısına ilişti gözüm. Kapının girişindeki “Sıtma” yazan tabelayı okudum. Bir anda daldım gittim… Yıllar öncesine, çocukluğuma döndüm.
Sanki 30-40 yıl öncesinden bir film izlemeye başladım.
Titriyorum. Temmuz sıcağının kavurduğu bir Adana gecesinde üşüyorum.
Donuyorum! Tir tir titriyorum.!
Annem çevremde pervane… Örtüler getiriyor üzerime örtüyor; yetmiyor bir tane daha getiriyor… O da yetmiyor! Yaza çıkarken toplayıp kaldırdığı yorganları açıyor getiriyor… Hala titriyorum. Donuyorum!
Sabahı zor ediyorum. Babam, “Kesin sıtma olmuş bu çocuk,” diyor anneme. “Ben bir hasta kâğıdı yaptırayım da, sen bunu doktora götür bugün.”
Ben oradan atılıyorum, “Ben iyiyim. Bir şeyim yok. İyileştim!.. Doktora filan gitmem beeen!..” Ağlıyorum, tepiniyorum. Doktor hadi iğne verirse?!..
“Bakma sen buna,” diyor babam anneme. “Sıtma nöbeti gene tutar, titremeye başlar bir iki saat sonra. Sen bunu götür doktora.”
Annemle gidiyoruz doktora. Doktor muayene ediyor bir güzel her yanımı… “Kesinlikle sıtma” diyor, “En iyisi Hıfzıssıhha’ya götürün. Bi’ tahlil yapsınlar.”
Sıcakta doktordan çıkıp Hıfzıssıhha’ya gidiyoruz yürüyerek. Yolda anneme yalvarıyorum, “Yaa anneee!.. İyiyim dedim ya. Bak bir şeyim kalmadı işte!” Annem beni dinlemiyor bile. Elimden çekiştire çekiştire götürüyor.
Çaresiz sıraya geçip beklemeye başlıyoruz. Çok merak ediyorum. Acaba ne olacak?
Hıfzıssıhha’ya varıyoruz… Mahşeri bir kalabalık var. Genci, yaşlısı, çocuğu, kadını, erkeği yüzlerce kişi… İğne atsan yere düşmez derler ya… Aynen öyle.
Annem soruyor kalabalıktan birine, durumu anlatıyor. Adam tarif ediyor gideceğimiz yeri. Gidiyoruz o yöne doğru. Bir hastabakıcı kesiyor önümüzü, “Geç bacım sıraya geç! Dolanmayın ortalıkta öyle başıboş! Sıraya geçin bakalım şöyle insan gibi. Şuraya bak hele!.. Sanki goyun sürüsü!.. Goyunlar sizden daha akıllıdır valla!..”
Çaresiz sıraya geçip beklemeye başlıyoruz. Çok merak ediyorum. Acaba ne olacak?
Çok geçmeden sıra bize geliyor. Masanın arkasındaki adam kafasını kaldırıp bize bakıyor, “Hanginiz hasta?” diye soruyor. Annem beni kolumdan tutup ileri itiyor, “Bizim oğlan” diyor. Adam, “Uzat elin yeğenim” deyip, elimi kendine doğru çekmesi ve parmağıma bir iğne saplaması bir oluyor. Basıyorum çığlığı, ağlamaya başlıyorum… Adam beni teselli ediyor, “Lan yazık kalıbına! Erkek adam ağlar mı? Utan utan!..”
Parmağımdan akan kanı bir camın üzerine sürüyor ve anneme dönüp, “Geçin bacı şuraya. Birazdan anons edilirsiniz.” diyor.
Bahçedeki hoparlörden cızırtılı bir sesle, sürekli, isimler anons ediliyor:
“Ahmet oğlu Hasan sıtmalı… Fethi oğlu Ali sıtmalı… Nazım oğlu Mehmet temiz… Fatma kızı Leyla sıtmalı… Faruk oğlu Murat sıtmalı… Bedriye kızı Solmaz sıtmasız…”
Can kulağı ile dinliyoruz anonsları. Derken, “Doğan oğlu Mustafa, sıtmalı” anonsunu yüreğim hop ederek duyuyorum. Alıyor beni bir korku… “Acaba yine parmağımı mı delecekler? İğne yaparlar mı?”
“Her gün yemeklerden sonra birer tane içireceksin bacım bunlardan. Bir hafta sonra tekrar geleceksiniz kontrole.”
Oturduğumuz yerden kalkıp, milleti düzene sokan hastabakıcının yanına gidiyoruz, “Kardeş, bizim oğlan sıtmalıymış. Ne yapacağız?” diye soruyor annem. Adam bakıyor bize, “Şooo kuyruğa gidin girin. İlaç verecekler” diyor.
Kuyruğa giriyoruz. Adamın söyledikleri biraz rahatlatıyor beni. “Demek ki iğne yok!..”
Uzun bir bekleyişten sonra sıra bize geliyor. Masada oturan adam bana bakıyor. Yanındaki kavanozlara elini daldırıp bir avuç hap çıkarıyor. Tek tek sayıyor önüne koyuyor. “Her gün yemeklerden sonra birer tane içireceksin bacım bunlardan. Bir hafta sonra tekrar geleceksiniz kontrole.” deyip, hapları önünde duran kağıtlardan yaptığı bir külahın içine dolduruyor, veriyor elimize. Sonra yanında duran sürahiden bir bardak su doldurup uzatıyor bana bir hap ile, “Birincisini burada iç bakalım” diyor. İğne olmayacağımı öğrendim ya, isterse bin tane hap olsun, gene içerim. Hapı alıp ağzıma atıyorum…. Aman Allah’ım ne iğrenç bir tat! Midem bulanıyor. Kusacağım neredeyse! Hemen tükürüyorum. Adam sinirleniyor, “Eşşooleşşek! İyi olmak istemiyor musun?!.. İç şunu!” deyip yeni bir hap veriyor, zorla yutturuyor. Sonra adımızı, adresimizi bir deftere yazıp gönderiyor bizi, “Sıradaki gelsin!..” diye bağırıyor kuyruğa bakıp.
Eve dönüyoruz annemle. Akşam yemeğinden sonra zorla bir hap daha içiyorum. Karar veriyorum kendi kendime. Ne yapıp edip, içmeyeceğim bu hapı bir daha! Zaten iyileştim de. Hasta değilim ki artık! Ama hiç de öyle olmadığını gecenin bir yarısı anlıyorum. Bir sıtma nöbeti daha geliyor. Annem yine koşturuyor yorganları.
Gece çok uzun sürüyor!..
Hapların tadı çok kötü! Ne yapıp edip içmemeye çalışıyorum. Ama annem de içirmek için elinden geleni ardına koymuyor.
Birkaç gün sonra, sabahın erken vakti bahçe kapısı açılıyor, elinde çanta ile bir adam geliyor. Kafası kel, gözlüklü, kısa boylu bir adam…Adımızı soruyor, elindeki defterdeki bilgiler ile karşılaştırıyor. Sonra çantasından bir kâğıt çıkarıp, evimizin duvarına yapıştırıyor. Bir çizelge. Üzerine babamın adını yazıyor. Alt tarafa da annemin, benim ve diğer kardeşlerimin adlarını. Sonra hepimizi çağırıp karşısına oturtuyor.
Annem evin işlerini artık Zahit Efendi’ye göre ayarlıyor, “Çocuklar çabuk kalkın, kahvaltınızı yapın da bulaşıkları yıkayıp, ortalığı toparlayayım. Zahit Efendi şimdi gelir!..” laflarını her sabah işitmeye başlıyoruz.
“Ben sıtma savaştan geliyorum” diyor. “Adım Zahit.” Çantasından büyükçe bir kavanoz çıkarıyor, içi hap dolu. “Su alın gelin” diye talimat veriyor. Sonra oturtuyor bizi karşısına, sıra ile ağzımıza elindeki haplardan veriyor yanında su ile… İçiriyor hepimize tek tek. Ben önce içmek istemiyorum. Biliyorum hapın o rezil tadını! Çok kötü azarlıyor, “İç lan eşek sıpası! Sıtma olup ölmek mi istiyorsun?!..” Çaresiz içiyorum hapı “Ben zaten sıtmayım” diye mırıldanarak. “Konuşma, iç şunu!” diyor, hafiften vuruyor kafama. Zahit Ağbi’nin çok kalın gözlük camları, gözlerindeki ifadeyi görmeme engel oluyor. Gerçekten kızdı mı, yoksa şaka mı yapıyor anlayamıyorum. Sonra diğer kardeşlerime, anneme veriyor hapları, hepsi içene kadar da bekliyor. Bir hap daha çıkarıyor kavanozdan, bir kâğıda sarıp veriyor anneme, “Bunu da beyiniz içecek. İhmal etmeyin içirin” diyor.
Zahit Efendi (annem öyle hitap ediyor Zahit Ağbi’ye) her gün aynı saatte geliyor, tüm ev halkına hapları kendi elleri ile içiriyor, bir tane de kâğıda sarıp, anneme uzatıyor ve sıkı sıkıya tembihliyor, “Bunu da beyiniz içecek. İhmal etmeyin, içirin…” Hepimize hapları içirdikten sonra, duvara yapıştırdığı kâğıt üzerinde o günün tarihini bulup, karşısını imzalıyor. Sonra diğer komşuya geçiyor, sonra bir ötekine…
Zahit Efendi evimizin bir ferdi gibi oluyor çok kısa sürede… Annem evin işlerini artık Zahit Efendi’ye göre ayarlıyor, “Çocuklar çabuk kalkın, kahvaltınızı yapın da bulaşıkları yıkayıp, ortalığı toparlayayım. Zahit Efendi şimdi gelir!..” laflarını her sabah işitmeye başlıyoruz.
Zahit Efendi geldiğinde önce soğuk bir bardak su ikram ediliyor, sonra demli bir çay… O çayını içerken, bizler de haplarımızı içiyoruz birer birer.
Bilmiyorum ne kadar sürüyor Zahit Efendi’nin bize yaptığı bu ziyaretler. Bir ay mı, iki ay mı? Yoksa daha fazla mı?
Bazen kahvaltımızı yapıp dama ya da arka bahçedeki tavuk kümesinin içine saklanıyoruz, o iğrenç ilaçları içmemek için. Zahit Efendi annemlere kızıyor, “Gidin bulun getirin!” diyor. Annem bağıra çağıra bizi bulup çıkarıyor Zahit Efendi’nin huzuruna. Zahit Efendi, “Aslanım işim var gücüm var. Sizle mi uğraşacağım ben! Daha on sekiz ev var gideceğim. Zaten hava sıcak! Zıkkımlanın şunları da gideyim ben!..” diyerek, sıkı bir fırça çekiyor bize. Yine içiriyor hapları, duvardaki kâğıda imzasını çakıp gidiyor.
Bilmiyorum ne kadar sürüyor Zahit Efendi’nin bize yaptığı bu ziyaretler. Bir ay mı, iki ay mı? Yoksa daha fazla mı? Ama… Sanki Zahit Efendi yıllardır bizimleymiş gibi geliyor bana. Zahit Efendi’yi bazen çarşıda, pazarda görüyoruz; kırk yıllık ahbabımızmış gibi sohbet ediyoruz. Ayrılırken tüm mahalleliye tek tek, isim isim selam söylüyor. Boynumuza borç kalmıyor, mahalleliye, sahiplerine tek tek iletiyoruz Zahit Efendi’nin selamını.
Hemen her evde birkaç kişinin sıtmaya yakalanıp, sıtma nöbetleriyle titrediği o zamanları en az zayiatla atlatıyoruz Zahit Efendi sayesinde.
* * *
Hani misafirliklerde, kahvede, iş yerinde, “Her şey kötüye gidiyor, kötüyeee!” cümlesi ile son bulan karamsar sohbetler olur ya…
Yok be! Haksızlık da etmeyelim. Her şey de kötüye gitmiyor galiba!.. Bugün, toplayıp yüz-iki yüz kişi götürsek “Sıtma Enstitüsü Müdürlüğü”nün tabelasını göstersek… “Ne bu?” diye sorsak… Soran gözlerle bakarlar bize, “Neee?..” diye. Bilmezler ki, yirmi otuz sene önce o tabelanın altında yüzlerce kişi kavurucu sıcak altında sıtma olup olmadığını öğrenmek için; sıtmaysa, devletin bedava verdiği ilaçları almak için bekleşirdi saatlerce.
Bugün o yüzlerce kişi gitmiş, sadece paslanmaya yüz tutmuş tabela ve üzerindeki “SITMA” yazısı kalmış. Yarın bir gün o da sökülür, sadece anılarımızda kalır sıtma nöbetleri, sıtmalı olup olmadığını öğrenmek için, kulakları hoparlörden yapılacak anonsta bekleşen insanlar, iğrenç kinin tabletleri ve tabii ki Zahit Efendi, Zahit Efendiler…
Yok yok…
Her şey kötüye gitmiyor. İyiye giden şeyler de var.
…
- Bu yazıyı, 90’lı yılların sonları ya da 2000’li yılların hemen başlarında yazmıştım. Daha sonra, 2007 yılında Milliyet Blog’daki sayfamda yayımladım. Geçtiğimiz günlerde aklıma geldi; internet siteme de almaya karar verdim.
- Fotoğraf: Dr. Hâluk Uygur tarafından kaleme alınan ve adabul.com internet sitesinde yayımlanan, “Sıtma ile savaşın fotoğrafik öyküsü” adlı yazıdan alınmıştır.